İlkokul 5. sınıfa geçtiğim yaz Keles’te kalmıştık. Hatta kışın bile Keles’te okula gidecektim, Sonra vazgeçildi.
Babam Keles’te hara inşaatı almıştı; yanlış hatırlamıyorsam, Koç Çukuru mevkindeydi. Ormanın hemen dibinde! Keles Merkez’de kalmıştık. Eski hapishanenin az aşağısında…
Dere kenarında Nazife Hanımlara ait evin alt katında kiracıydık bir yaz boyunca… Oturduğumuz evin birkaç yüz metre yukarısında cezaevi vardı. Gardiyanın 7 çocuğu vardı. 4’ü bizimle ya yaşdaş, ya bir yaş küçük ya da büyüktü. Akrandık yani, beraber oynardık.
Taşındığımızın ilk haftasıydı. Biz tam da civar köylülerin pazara gelmek üzere geçtikleri yolun kenarında oturuyorduk.
O zamanlar araç, minibüs traktör falan yoktu. Köylüler mallarını satmak ve ihtiyaçlarını almak için atlarla, katırlarla, eşeklerle ya da yayan Keles pazarına gelirlerdi.
Fesleri, cepkenleri, keçi kılından dokuma ön etekleri, rengarenk yünden kuşakları ile gelen kadınları gördüğünde saf saf anneme koşturmuş, “Anne bak folklorcular geliyor” demiştim.
Oysa onların gündelik giysileriymiş… Düğünlerde gelinler kaftan giyerdi. Gittiğimiz bir gelin kınasını hatırlıyorum. Dümbelek yerine küçük boy bakır kazan ve tencereler ters çevrilir, kadınlar onları çalar, türkü söylerdi.
Kadınlar da ellerinde tahta kaşıklarla tek ayaklarını sektire sektire oynarlardı. Düğünlerinde de kaftan giyerlerdi.
Oturduğumuz evin altında ahırda inekleri, atı ve bir de minik tayı vardı. Kıpkızıl bir şeydi. Çok oynardık onunla… Buğday tarlalarında birlikte koştururduk… Evin bahçesinde beyaz, bir metre civarında Roma ya da Bizans sütunu vardı; atları ona bağlarlardı.
İki kuzumuz vardı, bir de kapının önünde baktığımız, pencereden yemek verdiğimiz bir yavru köpek vardı; her yere peşimizden gelirdi. Kuzular da büyümüş, koç olmuştu, kimi zaman bizi kovalarlardı. Köpek ve koyunlarla babamın inşaat alanının arkasındaki ormanda gezinirken kayblmuştuk; hava kararmaya yüz tutunca hayvanlar bizi ormandan çıkarmıştı.
Selin ne kadar korkunç bir şey olduğunu orada görmüştüm… Gök çok gürlemişti. Köprü başında, çocuklarla birlikte oynuyorduk. Büyükler hemen uyarmıştı, dere kenarından uzaklaşın, sel gelebilir diye…
Biz de yükseğe çıkmıştık. Birdenbire çamurlu bir su büyük bir gürültüyle, kayaları yuvarlaya yuvarlaya gelivermişti. Kardeşim dinlememiş, köprünün üstünde seli beklemişti, zor kaçmıştı.
Ev sahibimiz Nazife Hanımlar’In Kocakavacık’taki bahçelerine eşekle gidişimiz ve fazla yediğim eriklerden mide fesadı mı oldum, zehirlendim mi hiç bilemediğimiz hastalanışım... Eşek sırtında dönerken hem ishal olmuştum, hem de kusuyordum, öleceğimi sanmıştım.
Keles çarşısında Tavşanlı'dan getirilen leblebiler çok güzeldi... Eskiden Keles köylerindeki keçi ve koyun sürülerinin kışın Tavşanlı üzerinden Kütahya'ya Ege'ye otlatmaya götürüldüğü anlatılırdı. Beni şaşırtıığından aklımda kalmış.
Bursa'ya dönmek istememiş, çok ağlamıştım... Dönüşteki tek sıkıntımız gündelik konuşma dilimize giren "bicik" diye başlayan, o günlerde Keles'teki konuşmanın normali ama Bursa'da küfür kabul edilen sözcüklerden dilimizi arıtmak olmuştu... Biz öyle konuştukça diğer çocuklarla ya kavga etmiştik ya da annelerine şikayet etmişlerdi!
(Not: Keles'e ait eski fotoğraflar Keles Belediyesi internet sitesinden alınmıştır.)
1971 YILI KELES’İN SORGUN KÖYÜ…
Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğimiz yıl yaz mevsiminde bu defa babam hepimizi Sorgun’a götürmüştü. İnegöl’den dağ yollarından gökyüzünü kapatan görkemli ağaçların olduğu bir ormanın içlerinden oldukça bozuk bir yoldan kamyon tepesinde gitmiştik…
Babamın arkadaşı, ailecek görüştüğümüz Rahmetli mimar Ahmet Özkan’ın kızı, ortaokul sıra arkadaşım Tamara Özkan da bizimle birlikte gelmişti…
Tamara bizimleyken çok eğlenmiştik… Orman Müdürlüğü’nün lojmanlarında kalmıştık. Muhtarın kızı Hatice akranımdı, birlikte buğday tarlalarında koşuştururduk, oynardık...
Köylü kadınları gündelik işlerinde bile pullu yemenilerin altına pullu fesler takar, yelek, püsküllü etekler giyerlerdi.
Biz de basma etek, şalvar giyer, pullu yemeni takardık başımıza… Köylülerin gündelik şalvarlarının görünen kısmı pazen, üst kısmı ise Amerikan bezindendi.
Sorgun yoksul bir köydü. Yoksuldular, ama gönülleri çok zengindi… Geçim kaynakları hayvancılıktı. Ormancıların lojmanlarında kalıyorduk. Bir orman memuru ile onların başında müdür denilen bir şefleri vardı. Adamı pek sevmezdim, ama bir nedeni vardı…
Ormanda kaçak ağaç kesimi yapan köylüler ormancılar tarafından yakalanırdı… Kestikleri odunları öküz arabalarında taşırlardı. Garibanların öküzleri de ormancı tarafından müsadere edilirdi.
Bir köylü için öküz çok şeydi! Tarlasını onunla sürer, harmanını onunla yapar, odununu onunla getirirdi!
Yaşlı bir köylünün öküzlerine el koymuşlardı. Adamcağız gelip çok yalvarmıştı orman şefine… Çok üzülmüştük, o kadar çok ağlamıştık ki, sert bir adam olan babam bile bize mi, yaşlı adama mı acımıştı bilemiyorum. Orman şefi ile konuşmuş, affetmesi için ricacı olmuş ve bir şekilde sorunu çözmüştü…
Orman memuru bizim Kirişçi Kızı Çıkmazı’ndan Zülbiye Hanım Teyze’nin akrabasıydı, onlarla görüşürdük. Eşinin adı yanılmıyorsam Ayşe idi. Bana ilk tığ ile zincir çekmeyi yani tığ ve dantel işini öğreten kişidir. Bir de küçük kızları vardı!
Köyde elektrik vardı, diye hatırlıyorum. Ama her evde yoktu. Evlerde çeşme de yoktu. Suyu kovalarla köy çeşmesinden taşırdık. Biz çocuktuk, eğlenirdik, ama annem için çok çileli olmalıydı.
Biri misafir üç çocuk ve titiz bir eş! Buzdolabı yoktu. Çamaşır makinesi de… Ekmeği kuzine sobada yapıyordu. Çamaşırları elde yıkıyordu… Sanırım tüp gazlı ocak vardı. Babam 15 günde ya da haftada bir İnegöl’den erzak alır getirirdi.
Bir gün annem kızartma yağını üstüne dökmüştü… Kötü yanmıştı; köylü kadınlar hemen bahçede bir koca ateş yaktılar. 20, 30 yumurtanın sarısını bir lengere kırdılar, kavurup yağını çıkarttılar. O yağı annemin yanıklarına sürdüler. Kalan yağı da bir kaba koyup sürmesi için anneme verdiler.
Çok yanmıştı, ama kısa sürede iz bırakmadan iyileşti. Köylüler bilgeydi. Hatırladığım kadarıyla köyde sağlık ocağı yoktu ama eski bir okul binası vardı. Babam da yeni okul binası ile okul lojmanlarını yapıyordu…
Nuri ile bindiğim atın terkisinde at hızla koşarken, yeni hasadı yapılmış buğday tarlasında nasıl attan düştüğümü hatırlıyorum… Bir daha ata binmekten korkmuştum.
Buğday yetiştirilirdi. Az miktarda, dere kenarlarında sebze ve meyve bahçeleri vardı. Küçük kırmızı elmalarını, siyah mürdüm eriklerini hatırlıyorum. Dört bir yanı ormanla ya da kıraç tepelerle kaplıydı.
İnsanlar buğday, meyve yetiştirerek, hayvancılık yaparak geçimlerini sağlıyorlardı. Dere kenarında güzel bir değirmeni vardı, un öğütülürdü. Köyde traktör hiç yoktu. Buğday harmanını öküzlerin çektiği döven ile yaparlardı…
Köyde hiç İnegöl’ü bile görmemiş yaşlılar yaşıyordu. Zaten haftada bir gün İnegöl ile o da kamyonla bağlantısı vardı. Hiçbir evin kapısında kilit yoktu. Zaten dağ köyüydü, yabancının gelmesi mümkün değildi. Hırsızlık sıfırdı.
Kendi yetiştirdikleri buğdaydan taş değirmende öğütülen i esmer undan yaptıkları ve toprak fırında pişirdikleri o taze ekmeğin tadını bugüne dek hiçbir ekmekte bulamadım. Köylü kadınlar toprak fırında ekmek pişer pişmez keser, üstüne tuzlu tereyağı sürer, elimize tutuştururlardı.
Yaşlı bir dede vardı, babam çok severdi, adını hatırlayamadım. Ama elinde kaşıklarla müthiş güzel oynar ve aynı zamanda da türkü söylerdi… Hatta bir ara bana o halk oyununu biraz öğretmişti!
Sütlerin üstü bir karış kaymak tutardı. Tamara’nın ağabeyi İberya Özkan’ın da geldiği, tam geri dönecekleri gün, 4 çocuk kaçmış, kimi zaman, bir yanı kayalık, diğer yanı uçurum olan 60, 70 santimlik yollardan kayalara yapışa yapışa yan yan yürümecesine Kocasu’ya kadar saatlerce yürümüştük.
Kocasu’yu görecektik! İki vadi arasından akan Kocasu’yu görmüş ve sonra da dönüşe geçmiştik. Sonradan öğrenmiştik ki herkes bizi aramıştı…
Aç susuz, birkaç saatlerce güneş altında yürümüş, akşam üzerine doğru ancak dönebilmiştik. Çocukluk işte…
O zaman annem çok kızmıştı. Ama müthiş bir maceraydı. İnsanın aklında yıllar sonra kalanlar aykırı anılar…
Beni güneş çarpmıştı. Ateşim çıkmıştı, çok kusmuştum. Günlerce yataktan kalkamamıştım. Köylülerin kaynattığı ot sularını içirmişti annem. Güzel günlerdi…
Sorgun, babamın tek bir çivisinin bile çalınmadığı tek köydü. Pırıl pırıl insanlar yaşıyordu o köyde… Annelerimiz güzel insanlardı, biz güzel çocuklardık. Keles hele de Sorgun çok güzeldi… İnsanları da öyle…
Çocukluğumun Sorgunu’nu bir daha görmedim… Artık çok değiştiğini, modernleştiğini biliyorum. Belki de anılarımdaki gibi, öyle çok güzel kalsın istediğimden oraya gitmekten kaçındım…
(Bazen bir yazı sizi alır başka diyarlara götürür. Keles Kıranışıklar’ın susuzluğunu yazarken, bu satırlar akıp geldi kendiliğinden… Sonrasında o yazıdan ayırdım, başka bir gün / bugün için… )