?>

Ayna ayna söyle bana

Yüksel ÇİLİNGİR

1 ay önce

Bir süredir seksenli yıllarda Amerika’da çok popüler olan The Golden Girls dizisini izliyorum. Pusulanın dört farklı yönü gibi farklı karakterlerde olan, ama aynı evi paylaşan orta yaşlı dört kadının hayatı. Blanche özgür ruhlu olanı, Rose hafif safça, Dorothy ayakları yere basan ve onun hiciv ustası annesi. Ancak yedinci sezondan sonra Dorothy diziden ayrılıyor. The Golden Palace adı altında üç karakterle diziye devam etmeye çalışılsa da tutmuyor. Zira o farklı davranışlar karşıda bir yansıma bulamayınca aynı etkiyi yaratmıyor. Bir başka deyişle, davranışlara aslında o yansımalar anlam kazandırıyor.

Birebir uyum içinde olmak şart değil, ama birlikte yaşamak mümkün diyor Golden Girls. Hepimizin birbirinden öğrenecekleri var. Hatta farklılıklara bakıp kendimizi daha iyi anlayabiliriz. Zira başkasına kızdığımızda, aslında kendimize kızıyoruz diyor Anna Freud da. Ya da karşımızdaki bize kızsın istiyoruz ki suçluluk duygumuz hafiflesin. Bazen de başkasını suçlayarak kendi suçumuzu örtmeye çalışıyoruz, yavuz hırsızın ev sahibini bastırdığı gibi. 

Halbuki suç yok, ders var. O dersi almadıkça da aynı şeyleri yaşayıp duruyoruz. Farkında olana, sonra da kendimizi kabullenip şifalanma yoluna girene kadar. Bin kere tövbe etsen de yine gel demiyor mu Mevlana? O tohum bir gün çatlayıp yeşerecek elbet. Vardığımız yerde yeniden yeşermek mümkün. Yeter ki avucumuzun içinde toprağımızı da yanımızda taşıyalım, Özlem Doğan’ın bir yazısında anlattığı gibi. 

"Avucumun içinde", bir filme de ismini verdi. KASK konservatuarında eğitim yüksek lisansı yapan Jules Mathôt’nun önderliğinde Cinemaximiliaan’da gerçekleştirdiğimiz kolektif bir film. Rüyada geçiyor. İnsanın rüyasında iç dünyasıyla yüzleşmesi bir tarafa, bunu perdede izlemek bambaşka bir duygu. KASK dergisinde An van Dienderen tarafından kaleme alınan yazıda izlenimimi şöyle dile getirdim:

En son ne zaman görmüştüm kendimi? Çocukluk fotoğraflarımda, gençlik hayallerimde… Filmde sesimi duyduğumda nasıl da büyük bir coşku hissettim içimde! Akıp giden tren manzarasını gördüğümde… Hüzünlüydü halbuki sesim, dilimden dökülenler. Peki nereden geliyordu bu coşku?.. Galiba gerçek kendimi gördüm birden bire. Özgürce akan o bendim. Ben özgürce akandım.. Bütünün içinde anlam bulandım. Bütüne anlam verendim… Kim bilir, aynaya bakmak yerine aynanın içinde olandım.

Bunları yazarken Samuel Beckett'in Godot’yu Beklerken oyunu geldi aklıma.. Hani iki arkadaş yolun başında bekleyip duruyorlar. Her gün tekrar eden olaylar ve hiç gelmeyen Godot… Hep bir şeyleri bekliyoruz ya, sanki birisi sihirli değnekle dokunacak da ne yapacağımızı bileceğiz ve her şey yoluna girecek. Ama o kahraman aynanın içinde olmasın?..

Sezen Aksu bir konuşmasında şöyle diyordu:

Karşısındaki insanda bir kusur bulduğunda kendindekini de keşfedenlere, aslında ondan hiç farkı olmadığını hissedenlere, bu yüzden hiçbir şey için insan kalbi kırmayacağına bütün kalbiyle inananlara… Zaten sonsuz ayrılığın olduğu dünyada hiçbir şey için kimseye küsmeye değmeyeceğine bütün kalbiyle inananlara…

Hepimiz birbirimize aynayız diyor o da. Ve bu düşünceyle yazdığı şarkıyla devam ediyor: Ben bu yüzden hiç kimseden gitmem gidemem, unutamamam acı tatlı ne varsa hazinemdir...

The Golden Girls dizisindeki hiç bir oyuncu şu anda hayatta değil. Onların gözlerindeki ışıltıya bakarken, kahkahalarını dinlerken insanın buna inanası gelmiyor. Ama buruk da olsa hep sevgiyle bakıyor. O zaman aynamız sevgi olsun. Daha güzel bir duygu var mı?

Sevgiyle kalın.

.

.

The Golden Girls fotoğraf: Medium.com, Film afişi: Lize Vrolix, Godot'yu Beklerken fotoğraf: Söylenti Dergisi

YAZARIN DİĞER YAZILARI