?>
YÜRÜMEK…
Bir kenti en çok ve en güzel, “adımlayarak” anlayabilirsiniz. İlk kez gördüğünüz bir kentse ara sokaklarını, geniş caddelerini, varsa yokuşlarını, çıkmaz sokaklarını, gölgelikli, serin ve kuytu kısımlarını, güneşli, aydınlık ve aleni kısımlarını hep yürüyerek görebilirsiniz.
Bir şehri tanımanın, anlamanın, içe sindirmenin, sevmenin ve o şehre ait hissetmenin en kısa yolu yürümektir. Fransızların “Flaneur” olarak kelime kalıbı içine soktukları kavram, aslında düşünmekten beslenen insanoğlu için adeta elzemdir. Bir nevi “kent aylağı” dedikleri bu insan, kendi şehri de dahil olmak üzere, gittiği her şehri yürüyerek keşfetmekten, sezgileri ve gözlem gücüyle sindirmekten, oradan hayata dair çıkarımlar yapmaktan tarifsiz bir sevinç duyar.
Flaneur kavramında söz konusu “kent aylağı” kadın ise “Flaneuse” kelimesine evrilen ama özde ve ruhta kentleri adım adım keşfetmekten büyük mutluluk duyan ve dahası bunu ruhsal bir ihtiyaç addedenler iyi bilir, ruhu tamamlayan ve şarj eden bir eylemdir bu.
Kentlerin kendi akışları içinde yitip gitmek, kalabalıkların ortasında sadece izleyerek ve deneyimleyerek yürümek, her bir noktayı ve ayrıntıyı hafızaya almak ve zihni beslemek.
Bursa’nın kadim zamanlarında Heykel-Postane arasında atılan huzur turları da Flaneur kavramının en tatlı, en sempatik örneğiymiş. Bazen tek başına bazen yanında yarenlik eden birisiyle, tanıdık simalara selam vere vere, tatlı tatlı söyleşerek yapılan bu yürüyüşlerde kazanılan tüm o yaşam tecrübeleri şimdi tatlı tatlı anlatılan anılara özne oluyor.
Çoğu kez Çekirge’den başlayıp ta Yeşil Türbe’ye kadar yürüye yürüye yaptığım şehir turlarında öyle fazla ayrıntı keşfedip, iç dünyamdaki o kadar fazla soruya yanıt bulmuşluğum var ki ben bile düşününce şaşarım. Beynin yürürken daha net ve sağlıklı düşünebildiği de kanıtlanmış neyse ki. Neredeyse bütün yazar çizer takımının, usta yazarların, düşünce işi yapanların, düşünmeyi kendine mesele edinenlerin ve şiar kılanların istemsizce yaptığı şeydir “yürümek” Şehri uzun uzadıya, bir amaç gütmeden, telaşsız ve kaygısızca adımlamak.
Evden çıkıp, Çekitge’ninbugibugileri andıran yokuşlu sokaklarından geçerek Altıparmak’ı boydan boya geçmek, Çatalfırın’dan o nefes kesen yokuşu tırmanıp, Timurtaş Paşa Türbesi önünde nefeslenip bir de dua edip, postaneye doğru devam etmek, Atatürk Caddesi’nin boydan boya geçip Setbaşı’na ulaşmak, tabii Atatürk heykeli önünden geçerken Ata’yı bir gülümseyişle selamlamak, Mavi Köşe, Mahfel, tam ortadaki büyük çınardan yukarı doğru devam edip Namazgah’ın puslu ve biraz hüzünlü buutunun içinde yürümek, çocukken oturduğum eve selam verip, önünden aşağı doğru kıvrılarak Yeşil Caddesi’ne giriş yapmak, Yeşil Camisi’nin bahçesinde banklara oturup apartmanların arasından görünen erguvan renkli Uludağ’ı izlemek ve bu kez Cumhuriyet Caddesi’nden geçerek yeniden eve, Çekirge’ye dönmek…
Çantamda taşıdığım kahve dolu termos, kitabım ve müzik dinlediğim kulaklığım da ayrılmaz parçalarım olarak bu yolda bana eşlik eder keyifle.
Kent aylaklığı ruha en iyi gelen ilaçlardan birisi. Ve bir şehri tanımanın, sevmenin, ait hissetmenin de biricik yolu desem abartmış olmam.
Kent merkezleri, arka sokaklar, az bilinen yollar, herkesin bilmediği, keşfedilmeyi bekleyen sokaklar ve kalabalık… İşte budur ruha iyi gelen.
Yaşasın kent aylakları…
YAZARIN DİĞER YAZILARI