Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahi Amerikalı George Floyd'un Minneapolis kentinde polis şiddeti sonucu hayatını kaybetmesi sonrasında protesto gösterileri tüm dünyaya yayılarak devam ediyor. Bursa Teknik Üniversitesi (BTÜ) İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Mevlüt Akçapa, hazırladığı makalesinde rock grubu Pink Floyd’un eşitsizlik karşıtı söylemine vurgu yaparak farklı bir yaklaşım geliştirdi:
Ve kontrolünü yitirdiğinde, ne ektiysen onu biçeceksin.
Ve korkun büyüdükçe kirli kan pıhtılaşır ve taşa dönüşür.
Ve artık çok geçtir kurtulmak için eskiden taşıdığın güçlü imajdan.
Öyleyse iyi batışlar, düşerken yalnız başına,
Bir taşla batarken
Roger Waters – Pink Floyd (Animals)
Pink Floyd, 1965'te Londra'da kurulan bir İngiliz progresif rock müzik grubu. Grubun çalışmalarında kapitalist sistemi hedef alan, sistemdeki eşitsizlikleri sert bir şekilde eleştiren çok sayıda şarkı sözü yer alıyor. Sisteme ve düzene karşı oldukça agresif bir tutum sergileyen Pink Floyd’a göre sistem, insanları sınıflara ayırmayı ister. Çünkü insanların arasındaki çatışmalar, birbirini yemeler, alt sınıf-üst sınıf çelişkileri ve bunların doğurduğu hırslar sistemi sürekli olarak güçlendirmektedir. Grubun en çarpıcı çalışmalarından biri olan “Animals” albümünde, hayvanlar üzerinden tasvir edilen sistemdeki çarpıklıklar göz önüne serilmiştir. George Orwell’in meşhur Hayvan Çiftliği romanından etkilendiği düşünülen albümde Pink Floyd, aslında sayısal üstünlüğü elinde tutan kitlelerin iktidarları elinde tutanlar tarafından sömürüldüğü sorunsalıyla ilgilenmiştir. Bu bağlamda Animals albümü sisteme ve düzene bir başkaldırı niteliğine sahiptir. Sömürülen kitlelerin uyanmasının kötü düzenin sonunu getireceği vurgusu yapılmıştır.
Bugünlerde ABD’de “Floyd” ismi çetin bir mücadelenin sembolü olmuş durumda. Pink Floyd’un şarkılarındaki isyan, George Floyd’un hayaleti şeklinde Amerikan sokaklarında dolaşıyor. Tüm dünyanın gözleri önünde Amerikan polisinin işlediği cinayetin akabinde başlayan protestolar ülke geneline yayılmış durumda. Arap Baharı’ndan ilhamla protestoların bir “Afro-Amerikan Baharı” na dönüşeceği değerlendirmeleri yapılıyor. George Floyd’un kimliği dolayısıyla “siyahi” bir öfke olarak başlayan olaylara birçok kesimden Amerikalının da destek verdiği görülmektedir. Protestoların hedefinde kuşkusuz ABD güvenlik güçlerinin siyahi vatandaşlara uyguladıkları sistematik şiddet bulunuyor. Geçmiş yıllardan tevarüs ettikleri ırkçılığın halen Amerikalıların bir kısmını etkilediği söylenebilir. Bu ırkçılık güvenlik güçlerinin elinde yıkıcı bir silaha dönüşebilmektedir. George Floyd’un boğazına dakikalarca basarak ölmesine sebep olan polisin motivasyonunun ırkçılık olduğu aşikârdır. Amerikalı siyasetçiler ABD’nin özgürlük geleneğinden ve “Amerikan rüyası” ndan bahsetmeyi çok sevmektedir. Bu geleneğin teoride anlatıldığı gibi işlediği söylenemez. Tarihsel süreçte Amerikan topraklarında, muhtelif mecralarda özgürlük ve hak ihlallerinin sayısız örneğine rastlamak mümkün. Amerikan toprakları dışındaki ihlalleri ise konumuz olmadığı için es geçiyoruz.
Irkçılık meselesi, aslında küresel güç olan ABD’nin en yumuşak karnı. Immanuel Wallerstein “Amerikan Gücünün Gerileyişi” isimli kitabında, şair Samuel Taylor Coleridge’nin bir şiirindeki hikâyeden ilhamla ırkçılığı “Bizim Albatrosumuz” olarak tanımlamıştır. Mezkur şiirde bir gemi fırtına yüzünden açık denize sürüklenmiştir. Denizcilerin tek tesellisi, yiyeceklerini paylaşmaya gelmiş bir albatrostur. Bir denizci bilinmeyen bir sebeple albatrosu vurarak öldürür. Bunun sonucunda, gemideki herkes eziyet çeker. Tanrılar yapılan hatayı cezalandırmaktadır. Diğer denizciler albatrosu onu vuran adamın boynuna asarlar. Albatros artık suçluluk ve utancın simgesi olmuştur. Wallerstein, albatros metaforunu “öteki” kavramıyla özdeşleştirerek sert bir eleştiri yapmaktadır; “Canlı olan albatros yabancı ve uzak diyarlarda kendini bize açmış olan “öteki”dir. Boynumuza asılan ölü albatros ise ırkçılığımızdır. Onu saplantı haline getirmişizdir ve huzur bulamayız.” Irkçılık nihayetinde yine Amerikan toplumunun huzurunu bozmuştur. Özgürlük Heykelinin elini “birbirine sokulmuş, özgürce nefes almayı özleyen kitlelere” uzattığına inanılır. George Floyd’un “nefes alamıyorum” şeklindeki feryadının, ABD’deki özgürlüklerle ilgili soru işaretlerini artıracağı gözükmektedir.
ABD genelinde artan öfkenin temelinde ırkçılık dışında yoksulluk ve sistem dışına itilmişliğin verdiği başka bir motivasyonun da varlığından söz etmek mümkün. George Floyd Texas eyaletinde Houstonlı bir ailenin çocuğuydu. Floyd’la aynı mahalleyi paylaşan rap müzik sanatçısı bir arkadaşı BBC’ye verdiği mülakatta "Ne zaman buralı olmayan birini mahalleye götürsem, 'Aman Allahım böyle yoksulluk görmedim' dediklerini” ifade etmiştir. Irkçılığa karşı yükselen öfkeye, ekonomik temelli sınıfsal bir isyanın eşlik ettiği söylenebilir.
Madalyonun diğer tarafına bakılacak olursa, Trump faktörünün çatışma sürecinde etkin olduğu görülmektedir. George Floyd’un öldürülmesi üzerine ABD’nin geneline yayılan protestoların bastırılması konusunda Trump, oldukça otoriter yöntemler benimsemektedir. Trump, bu süreçte verdiği beyanatlarla ve twitter paylaşımlarıyla açıkça yangına körükle gitmektedir. ABD başkanının Rose Garden’daki St. John Episkopal Kilisesi’ne yürümesi ve kilisenin önünde İncil’i kaldırarak poz vermesi bu süreçte en fazla tepki çeken eylemlerinden biri olmuştur. Cizvit rahip James Martin bu davranışın “mekruh” olduğunu söyleyerek “İncil sizin yaslanacağınız bir dekor değildir. Kilise, fotoğrafçılara poz verme sahnesi değildir. Din, siyasi alet değildir. Tanrı sizin oyuncağınız değildir." şeklinde tepkisini dile getirmiştir. Vatikan'ın iletişim başkanlığında danışman olan James Martin gibi başta din adamları olmak üzere farklı çevrelerden Trump’ın bu davranışına karşı çok sayıda tepki gelişmiştir. Trump’ın “SILENT MAJORITY” (Sessiz Çoğunluk) ifadelerini içeren twitter paylaşımı da toplumsal kutuplaşmayı hedefleyen bir hamle olarak görülebilir. Trump, bu şekilde kendi taraftarlarını konsolide ederek seçime giden yolda arkasındaki desteği artırma çabası içindedir. Ancak olayların dinmediği ABD’de Başkan Trump’ın seçmenlerini mobilize etmek için bu çatışmayı araçsallaştırması, toplumsal barış açısından endişelerin artmasına neden olmuştur. Bir diğer husus ise protestoların sert bir şekilde sonlandırılması konusunda Trump’ın valilere yaptığı baskıdır. Trump, bu noktada eyalet yöneticilerinin yetersiz kalması durumunda orduyu görevlendireceğini deklare etmiştir. Bu mesele hukuki boyutuyla da oldukça tartışmalı bir konudur. ABD başkanının bu şekilde bir yetkisi olup olmadığı ülkede tartışılan önemli konulardan biri haline dönüşmüştür. Sonuç itibariyle Başkan Trump’ın süreç boyunca gerilimi tırmandıran eylemlerine şahit olmaktayız. 3 Kasım 2020 seçimlerine giden yolda Trump, ikinci defa başkan seçilme konusunda oldukça iddialı görünmektedir. Trump’ın orduyu göreve çağırmayı gündeme getirmesi, İncil’le verdiği poz ve “SILENT MAJORITY” twiti gibi eylemleri seçim çalışması olarak değerlendirilebilir.
Son olarak da ABD geneline yayılan protesto, yağmalama ve şiddet olaylarının sonucunda bir çöküşün yaşanacağına dair beklentiler konusuna değinmekte yarar var. Dünyanın farklı bölgelerinde ABD’deki olayları “Amerikan Rüyası”nın sonu olarak değerlendirme eğilimleri göze çarpmaktadır. Esasında bu değerlendirmeler ayakları yere basan analizlerin sonucu değil, daha ziyade “wishful thinking” ürünü temenniler olarak görülebilir. Covid-19 salgınından ölenlerin sayısının 100 bin seviyesinin üzerine çıkması, salgın sürecinde Amerikan sağlık sisteminin yetersiz kalması gibi faktörler George Floyd protestolarının ülke geneline yayılması ile birleşince ABD’nin bir çöküşe doğru gittiği algısını yaratmıştır. Kuşkusuz toplumsal olayların tam olarak nasıl sonuçlanacağını kestirmek oldukça zordur. Amerikan gücünün gerileyişi 1970’lerden beri tartışılan bir fenomendir. Ancak ABD’nin halen çok güçlü ekonomisi, askeri gücü, nükleer kapasitesi, üniversitelerinin prestiji, teknolojik altyapısı göz önüne alındığında bu anlamda bir çöküşün hızlıca gerçekleşmeyeceği öngörülebilir.