Çağdaş Türk romanının önde gelen isimlerinden Latife Tekin, “Biz Orta Çağ’dan modern dünyaya göç etmiş çocuklar gibiydik” dedi.
Samsun Üniversitesi Düşünce ve Sanat Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, Samsun Üniversitesi Fuat Sezgin Kütüphanesi’nde 21 Şubat günü çağdaş Türk romanının önde gelen isimlerinden Latife Tekin’i ağırladı.
Samsun Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Dr. Servet Gündoğdu ile Ondokuz Mayıs Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Dr. Atiye Gündoğdu’nun soru ve değerlendirmeleriyle ilerleyen söyleşide, Latife Tekin ilk romanı Sevgili Arsız Ölüm’ün (1983) yazılış sürecinden akademik söylem ile sanat faaliyeti arasındaki gerilime, insanın bir anımsama formu olarak imge ile kurduğu ilişkiye, şairlerle ve şiirle olan diyalogundan klasik roman formu ile toplumsal gerçekliğimiz arasındaki uyumsuzluk sorununa kadar pek çok konuda görüşlerini edebiyat kamusuyla paylaştı.
İlk romanı Sevgili Arsız Ölüm (1983)’den itibaren kendisine yakıştırılan birtakım edebi akımları ve kuramları sorgulayan yazar, romanlarının edebi akımlarla ilişkisi hakkında, “Hiçbir yazar bir kurama göre metnini tasarlayarak işe koyulmuyor. Sadece ben değil herhalde hiçbir yazar yani oturayım ben gerçekçi bir roman yazayım diye işe başlamıyor diye düşünüyorum. Başlamaz. Ben de öyle başlamıyorum. Yani, Sevgili Arsız Ölüm’ü yazarken verdiğim birtakım sezgisel kararların, o kitabın öyle olmasında bir rolü var. Ama bu kuramla yola çıkmakla hiç ilgili değil. Şimdi edebiyatçılar metinlerini yazıyorlar, öykülerini, şiirlerini, işte romanlarını. Tabii, akademisyenler de yani o metinler üstüne çalışan akademisyenler de bu metinleri inceliyorlar, onlardaki ortak yönleri açığa çıkartıyorlar. Bu tamamen akademik bir alanın tanımlaması ya da yerleştirmesi. Ama edebiyatçı böyle yapmıyor, ben öyle yapmıyorum en azından” diye konuştu.
“Biz Orta Çağ’dan modern dünyaya göç etmiş çocuklar gibiydik”
Büyük göç dalgasının içinde büyümüş bir çocuk olarak kendi ailesinin göç hikayesini anlatmak üzere ilk romanını kaleme aldığını belirten Latife Tekin, köyünde ve evde konuşulan dil ile kentin dili arasında bölünmüş olma deneyiminin kendisinde önemli bir iz bıraktığını ve romanını sezgisel bir kararla evde konuşulan dille yazdığını ifade ederek, “Ben evde kullandığım dille yazacağım dedim. Bu sezgisel ve duygusal bir karardı. Buna bağlı olarak da anlatacağım insanların, aralarında doğup büyüdüğüm insanların gerçek saydığı her şeyi ben de gerçek sayarak anlatacağım. Onlarla arama bir şey farkı koymadan anlatacağım yani. Onlar neye inanıyorsa, nasıl yaşıyorlarsa, kendi yaşadıklarını nasıl hikâye ediyorlarsa, nasıl yorumluyorlarsa ben de tıpkı onlar gibi, onların anlattığı biçimleri kullanarak, bu dili, o havayı, o edayı, inancı kullanarak yazacağım. Bu ikisi de bence, duygusal ve sezgisel, tepkisel iki karar. Yani, ben gerçekçi olayım diye, vermedim bu kararı. Tamamen kendi içinde büyüdüğüm insanlara duyduğum sevgi ve onlarla arama bir mesafe koymamak, hep onları yanında kalabilmek duygusuyla ya da öyle bir duyarlılıkla verdiğim bir karar. Yani neydi onların gerçek saydığı, bizim, benim çocukluğumda, ben bizim yaş kuşağımız için diyorum, yani, biz neredeyse Orta Çağ’dan, kente ve modern dünyaya göç etmiş çocuklar gibiydik. Çünkü bütün gelenek yaşıyordu bizim çocukluğumuzda. Hatta böyle bütün geleneksel kıyafetleriyle köylerde insanlar. Kayseri kozmopolit bir yer. Yani işte, Ermeniler, Rumlar, Avşarlar, Türkmenler, Almanya’dan göçmüş insanlar, Beyaz Ruslar, çok hem kozmopolit, hem de bütün bu gelenek hem işte sözlü kültürüyle hem de kıyafetleriyle hatta mimarisiyle yaşıyordu. Bu tabii büyük bir zenginlikti” şeklinde konuştu.
“Şiir bizim edebiyatımızın ana damarıdır”
Şiir ve roman ilişkisi üzerine konuşmasını sürdüren yazar, romanın form olarak Batı’dan gelmesine karşın şiirin Türk edebiyatında hep var olduğunu dile getirerek, “Ben şairlerin sözcükleri ses haline getirip uzayın boşluğuna geri gönderdiklerini düşünüyorum. Yani dili çözdüklerini ve sesle daha çok, dil öncesi dediğim şey biraz öyle. O yüzden şairlerin o ele avuca gelmez halleri bana çok daha yakın geliyor. Ben şiirin dil öncesine ait olduğunu düşündüğüm için, çocukluk ve dille de meselem olduğu için şairlere kendimi çok yakın hissettim hep. Romancılardan çok şair arkadaşım vardır. Romancıların aklı bana hep sıkıcı geldi. Romancı aklı istemem diyorum. Çünkü roman çok büyük bir proje. Üç-dört senede bir kitap yoğunlaştığında yazabiliyorsun. Yani insan delirmezse bu dört sene içerisinde, bu büyük bir proje çünkü gerçekten duruluyor, sakinleşiyor. Bunu ben kendim büyürken, yaşlanırken deneyimledim. Şairler daha deli, şiir daha işe yaramaz. O yüzden şairlerin dünyası, yani şiir beni belki de daha çok cezbetti” ifadelerini kullandı.
“Benim roman kahramanlarım toplumla çatışmıyordu, daha ziyade masal kahramanı gibiydiler”
Roman kahramanlarının masal kahramanı gibi olduğuna dikkat çeken Tekin, konuşmasının devamında şunları söyledi:
“Anlattığım insanların roman kahramanı olmadıklarını biliyordum, sezgilerle yol alıyordum ama o anlamda epeyce minör denilebilecek bir patikaya sapmıştım. Çünkü roman en basit anlamıyla kentli bir forma sahiptir, birey-toplum çatışması vardır. Bizim roman kahramanımızın çok dramatik bir macera yaşaması ve toplumla çatışması beklenir. Benim kahramanlarım toplumla çatışmıyordu, daha çok masal kahramanı gibidirler. Tabii büyük kopuşlar yaşayıp masal gibi (roman gibi diyemiyorum dikkat ederseniz) gecekondular kuruyorlar ve bin yıllardır yaşadıkları toprakları bırakıp gelmişler ama bu insanlar, bir romanı taşıyabilecek bireysel maceraları olan insanlar değiller, hepsi birbirlerine benziyor. Onları birbirinden ayrıştırmak ‘biri uzun boylu, biri kısa boylu’ ya da ‘her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır’ diye ifade edilebilir ama bu farklılıklar onların ‘roman kahramanı’ olması için yeterli değildir. Sonuçta, bunlar onun roman kahramanı olması için yeterli değil, başka bir form arıyordum ben.”
Katılımcıların yoğun ilgisi nedeniyle iki saati aşkın bir süre boyunca devam eden söyleşi, soru-cevap faslının ardından sona erdi.
Yaşam