Kar yağdığında kömür kokan havayı çok severim... Doğalgazın henüz yaygın olarak kullanılmadığı yıllarda, kar mevsimi ortalığı saran kömür kokusu, genzi yakan, gözleri sulandıran ama bir toprağa, bir şehre ait olunduğunu hissettiren koku...Burnunun ucu, parmakların, ayakların soğuktan uyuşur, ama karın temizleyip durulaştırdığı hava serin serin yüzüne değdikçe, tazelenir, yenilenirsin... Evlerde soba yahut kömürle yanan kaloriferler olur... Sobanın verdiği sıcaklığın hissettirdikleri bir başkadır... Hele yeni yakılmışsa, gürül gürül ses çıkan gövdesinden yayılan ısı, odayı kuşattıkça, kendini çocukların kurduğu hayallerin içindeki kızılderili çadırlarında yahut padişah otağlarında gibi güvende hissedersin... Evet gece boyu yanan odun veyahut kömürlerden arta kalan küllerle dolu kovasını boşaltıp, ortalığa saçılan kalıntıları temizlemek epey zahmetlidir ama onun yanarkenki heybetli gövdesi, çevresine yaydığı ziya, üzerine konan çaydanlığın çıkardığı tiz ıslık, kömürün kokusunu içine çeke çeke kızaran ekmek dilimleri, kabuğu çatlayıp içinden sarı sarı etli yüzünü gösteren gürbüz kestaneler, portakal kabukları, insanı köklü bir maziye ait kılan izlerdir... Alevi biraz sakinleşmiş sobanın içine sallanan ve arasında, evin annesinin kendi elleriyle yoğurduğu maydonozlu köftelerin olduğu tel ızgara da apayrı bir şenliktir... Sobanın nuruyla, sıcaklığıyla, kokusuyla büyüyen, bu hazzı tadan çocuklar, farklı bir kültürü, farklı bir geleneği ve hissiyatı paylaşırlar... Biliyor musunuz, ben sobayla büyümüş insanları gözlerinden tanırım... Ve kendimi daha yakın hissederim... Ruhlarına sinen odunun, kömürün, çıranın isini; o döneme ait yaşanmışlıkları, değerli olanın kıtmetini bilmeyi, olgunluğu, tevazuyu, kanaati, şıp diye sezerim... O, ortak bir lisandır... Sobada danseden alevlerin ısısıyla, soba borusunun çubuklarında kurumuş çamaşırları giymiştir, orda kaynayan çayı içmiş, orda kızaran ekmeğe tereyağ ve salça sürerek yemiştir... Her şeyin kadrinin bilindiği kutsal zamanlara tanıklık etmiştir yani... Kar mevsimi daha güzeldir o zaman.. Isınmak da, acıkmak da, doymak da, şükretmek de her şey daha anlamlı... Hayata has kokular başlarını alıp gittiğinden beri, keyifsiz olduk... Biz... Aynı lisanı konuşan, o zamanın çocukları...
HİÇ BİR SAADET BİR DİĞERİNİN YERİNİ TUTMUYOR...
ÖZLEM...
Sıcak yaz günlerinde çocuk kalbime çöreklenen iç sıkıntısını; babamın traş makinesini mikrofon yaparak Ajda Pekkan'cılık oynamak ve annemin formika tuvalet (yani makyaj.. o zamanlar makyaj masasına tuvalet aynası denirdi) masası üzerindeki parfüm ve kremlerini karıştırarak biraz giderir, sonra 70'li yıllara has bir kokuyla dolu sade ve kırılgan duruşlu sokağa bakardım, pencereden...
Bir genç kız gibiydi, pencereden gördüğüm hayat... Duru, dolambaçsız ve temiz..
Plak dönerdi içerde, cızır cızır... Aranjman dinler o gencecik kadın, Burda dergisinin içinden çıkan patron kağıtlarına ( yağlı kağıt gibi çizim kağıtları vardı, patron kağıdı denirdi) model çıkarır, yerde iğneler, kumaş parçaları, yüksükler mırıldana mırıldana elbise dikerdi bana... En sevdiği hobisi, kızına elbiseler dikmek olan kadın...
Annem... Çok güzel elbiseler dikerdi o uzun, sıcak, yaz tatili günlerinde...
Herkes incecik, genç ve sağlıklıydı...Sokaklar güzeldi.. Çeşme suları mis gibi kokardı.. Çekirdek çitlemek, Rafaella Carra show'u izlemek TRT'den.. Masum aşkları anlatan şarkı sözleri, düzgün özel hayatlar, güzel sesli şarkıcılar...Çok uzak ülkelerde izini kaybettirmiş bir ahbap gibiler şimdi....
Kadife koltukların üzerinde çöküveren öğlen uykusu rehaveti.. Sonra kalkınca o mis koku.. Annem mutfakta köfte patates yapıyor tıkır tıkır.. Babam da gelince hayat tastamam olacak... Kaçırılan bir tren gibi, GEÇMİŞ...
Ağzım tatsız tuzsuz.. Acı..
Gittikçe kabalaşıp hoyratlaşan; hatları kalınlaşıp, uzak geçmişe gömülen şimdiki zaman, içimde derin ve taze bir yaraya dokunuyor gibi...
Geçmişin yasını tutan yaralı bir kalp gibiyim...
Ve boğazıma kadar özleme battım...
Ö Z L E M.......................
Sonra hafta sonu gidilen deniz kıyıları, sayfiyeler, günübirlik tatiller…
Baba ispanyol paça pantolonu, favorileri uzun, boynunda o zamanın modası madalyon, henüz göbeklenmemiş bir vücut... Dilinde Tanju Okan'dan bir şarkı daima, "Hasret, Öyle Sarhoş Olsam ki, Kadınım"... Anne, saçlar ondülalı, ayakkabılar apartman topuk, ekoseli etek, gömlek üzeri süveter... Gömleğin yakaları upuzun... Deniz kıyısı bir balıkçıya gidilmiş...İçerden cızırtılı bir melodi geliyor... Buzlu bardakta rakı var. Baba keyifli yudumlar alıyor, yüzü pembeleşmiş; anne şarkı mırıldanıyor, tülden, ince tınıda..."Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın"... Çocuk mutlu, mesut, bahtiyar... Askılı tulumu var üzerinde.... Üstüne de uçları ponponlu büyükkanne örmesi hırka giydrilmiş. Uzun, kestane saçları iri deniz dalgası... İki yandan havalıca kuyruk yapılıp, kurdeleyle bağlanmış. Bu mutluluk hep böyle kalacak, anne böyle kalacak, baba böyle kalacak diyor sanki etraftaki her şey... Babasının tütün kokulu parmaklarını sevip, annesini hayranlıkla öpüp kucaklayan, masaların arasında şen, mutlu gezinen küçük kız, şimdi tüm bu çocuksu saadetin mazide kaldığını; çünkü babanın başka bir dünyaya göçtüğünü düşündükçe; o gün o balıkçıda, içerden gelen cızırtılı melodiyi anımsıyor...Her saadetin yeri farklı. Şimdi de mutlusundur ama çocukluk mutlulukları başkadır.. Çünkü gitmiştir. Dönüşsüzce...
O cızırtılı melodi şöyle diyordu:
"Bugünlerin yarınları var
Gidiyorum ben
Sen hoşçakal..."
Söz : Fikret Şeneş
Müzik : Vito Pallavici
Ajda Pekkan'dan dinleyin eğer dinlerseniz ve o şarkıyla eş zamanlı günlerinize gidin..
İyi geliyor...