Yerküre üzerinde seyreden kocaman bir kamyona doldurulmuş yolcularız biz dünyalılar...
Sarsıla sarsıla gidiyoruz. Atlasta gözüktüğü gibi durmayan; delik deşik, yükselen, alçalan, girintili çıkıntılı, engebeli dünya yollarında, ekvator üzerinde, enlem boylamları yara yara, junglelardan, kanyonlardan, köprülerden, vadilerden, yamaçlardan geçe geçe, okyanuslara bata çıka ilerliyoruz geoid vücutlu yuvarlak dünyanın üzerinde...
Her gün farklı mevsimler yaşıyoruz ruhlarımızda, bir de matematiksel mevsimler yaşıyoruz, sıcak, soğuk, ılık, serin... Muttasıl takip eden birbirini…
Yol boyu dumanlar çıkıyor karşımıza kimi vakit. Ortalık yangın yeri... Yanımız yöremiz savaş, terör, hırs ve hınç dolu.
Tek dert “toprak”
Biraz daha toprak…
Hakkımız olmayan topraklar…
Üzerinde doyduğumuz halde bize yetmeyen, “bizim olmalı” diye hırslandığımız topraklar…
İstediğimizi alamayınca, yakıp yıktığımız, üzerinde nefes alan canları talan ettiğimiz topraklar...
Hiç toprağın altını düşünmüyoruz…
Üzerindekiler için kıyasıya birbirimizin gözünü çıkardığımız toprakların altı, serin ve nemli bedeniyle bizleri saracağı günü beklerken hem de…
Nasıl olsa bir gün, altında hareketsiz yatacağımız toprak için, üzerinde kıyasıya dövüşüyoruz…
Yaşamak ve mutlu olmak son derece basitken, kanlı savaşlar yaratıp, çığlıkla dolduruyoruz semayı…
Gökyüzü hepsini arşivliyor…
Hesap soracak bizden…
Maraza çıkarmaya yer arayan, gözü doymayan, agresif, kalbine ulaşılmaz, savaşla, kanla, kavgayla beslenen budunların çıkardığı yangın, bütün yerküreyi sarıyor…
Başını sokacak bir damın, sırtında bir hırkan, doyacak kadar ekmeğin ve kimseye muhtaç olmayacak kadar sıhhatin varsa, mutluluktan uyuyamamalısın…
İnsanlığı hırs bitirecek…
Kocaman bir kamyonun sırtında, dolaşıyoruz geoid vücutlu dünyayı…
Hangimiz üstünüz ki birbirimizden?
Irk dediğin ne ki? Kemik yapının, cildinin, göz renginin farklı olması birbirinden hepsi bu…
Sular yalvarıyor, toprak kirleniyor, atmosferin rengi kaçtı, ağaçlar, güzelim ağaçlar devriliyor bir bir…
O bebek fokları, o tatlı tavşanları, o şirin vizonları, sopalarla vura vura, ağlata ağlata, yalvarta yalvarta öldürüyoruz; dünyanın bir köşesindeki acımasız kadınlar kürk giyebilsin diye...
Siyahi ırkı katlediyoruz, bataklıkların içinde eleklerle elmas ararlarken... Aç, susuz, acı içinde, kan içinde, ter içinde... Sırf kendinden başka can düşünmeyen kadınlar elmas gerdanlıklarını takabilsin diye…
Beni kuşatıp saran, beni ısıtan, beni şık yapan her materyal, her kumaş parçası, her mücevher, her taş; eğer ki ona dokunan ve üzerine terini akıtan birilerinin canına mal oluyorsa, gözünden yaş akıtıyorsa, batsın bana o, felaketim olsun… Haram olsun… Diyemiyoruz...
Yüzümü zevkle boyarken, o makyaj malzemelerinin, korumasız hayvanların üzerinde test yapılarak üretildiğini düşündükçe deliriyorum kederden…
Deri almamaya, hayvanları katletmeyen markaların makyaj malzemelerini kullanmaya, zevk için avlanmış hayvanların etinin yememeye çalıştıkça, daha beter artıyor ıstırabım...
O renkli ve çok sesli kamyonun içinde tur atmaya devam ettikçe, gözlerimin gördüğü manzaralar beni parça parça ediyor…
Sınav bitip, “bırakın kalemleri” komutu geldiğinde, içimde tek kerte pişmanlık ve keşke olmasın istiyorum…
Tüm insanlık bunu düşünmeli…
Kocaman kamyon, geoid vücutlu dünyada seyrü sefer ederken hem de...
Henüz geç değil…