Biliyor musun sana baktıkça kalbimde incecik bir sızı oluşuyor. Gururla karışık ince bir sızı. Hani bir annenin evladına bakarken hissettiği türden sevgiyle karışık endişe ve hüzünle harmanlanmış hislerin yarattığı bir sızı. Yeşil gözlerinin zaman içinde soluşu, hatlarının yavaş yavaş kayboluşu, seni sen yapan mekanların veda edip gidişi, çocukken kana kana su içtiğim çeşmelerinin kuruyuşu, caddelerini hoyrat ve senin huyunu husunu bilmeyen kalabalıkların sarışı beni benden alıyor ve o kadar üzülüyorum ki. Kadim zamanlardan miras aldığın incelikli ruhun, köklü güzelliğin, vakur ve soylu duruşun, kendine has kıymetlerin ve ruhaniyetin incinmesin istiyorum. O narin göğsünden sipsivri betonlar yükselmesin, caddelerin araba selinde boğulmasın, hiçbir özelliğin bozulmadan kalsın ve geçmişin sedası aynı tonda titreşsin gökyüzünde istiyorum bir de. Gözlerimi sende açtım ben ne de olsa ve en şanlı dualarımdan birisi de yine senin içtenliğinde yatmak son uykuya. Senin toprağın olmalı canı gitmiş tenimi saran ve saklayan sur üflenene kadar.
Kuşakları birbirine bağlayan ne köklü mekanların oldu senin. Fotoğrafçılar, nikah daireleri, pastaneler, kunduracılar, köfteciler, kitapçı dükkanları, sinemalar, kumaşçılar, düğmeciler, çeyizciler, pasajlar, camiler, şadırvanlar, hanlar, hamamlar, kaplıcalar, parklar, külliyeler, ahşap evler, eski sokaklar, geceleri güğümle dolaşan bozacılar, Osmanlının izleri, sesleri, kokuları, eskimeyen gelenekler, manifaturacılar, tuhafiyeler, lastik topla leblebi tozu satan mahalle bakkalları, sokaklar arasında yatırlar, ermiş mezarları, Kapalıçarşı’yı bir ağ gibi saran labirentimsi hanlar, taze çekilmiş kahve kokusu, asırlık yufkacılar, köylü pazarı, süthaneler ve solmayan, bıktırmayan bir mazi.
Senden uzağa düşünce en çok çınarlarını özlerdim. Askere giden, gurbete giden, okumaya giden, memuriyete giden ve senin sıcağından kopan herkes gibi burnumda tüterdi yemyeşil, iri ve parlak çınar yaprakların. Çoğu korumaya alınmış, tarihin mirası olan o çınarların ne yeşilini ve de serinliğini bulabildim yedi düvelde.
Gökdere çoştukça coşardık biz, evladı gülümsediğinde dünyalar bağışlanmış analar gibi. Setbaşı köprüsünün altında çağıldayan kah azgın, kah suskun ve çekingen ama karlar eridi mi çağlayanlar misali deli deli coşan o sular… Ah o sulardı çocukluk çekingenliklerimle, ilk gençlik zamanlarımın delişmenliğini, yetişkinlik zamanlarımın vakarını ve düşünceli halini birbirine katıp sürükleyen atiye. Beni bana bağlayan düğümsün sen. O kadar çok şiir birikti ki kağıtlara dökülmemiş, öyle çok cümle kurdum ki seni sevenlerle paylaşmak için, tahta kaşıklarla Bursa’nın ufak tefek taşlarını öyle çok oynadım ki kan ter içinde özün özüme karıştı. Lisanın lisanım oldu canım benim. Şöyle bir bakarım Şehreküstü’nden, Ulu Cami’den, Çekirge’den, Yeşil’den Uludağ eteklerine doğru. Kadifemsi bir erguvan rengine kesmiş yamaçlardan ve gümrah yeşil ağaç yumaklarından yayılan ışığın başka hiçbir yerde böyle yansımalarla var olamayacağını bilirim içimin derinliklerinde bir yerlerde.
Sen gittikçe serpildin ve büyüdün kadim şehir. Ama iyi mi ettin bilmem ki. Büyümek kuşkusuz önüne geçilmeyecek bir tılsım ama senin o küçük, o mütevazı, o butik halin öyle güzeldi ki. Mekanların salaş, tahta sandalyeli, babadan oğula geçen, gösterişsiz ama içinde saygı, nezaket, incelik, güngörmüşlük saklayan derin mekanlardı. En güzel köfteler, en güzel Bursa kebapları, en güzel tahinli pideler, en nefis armut kurabiyeler, en leziz Marşal pastalar, en şerbetli kestane şekerleri hep o minicik, sade ama duygulu; gelen geçene, yiyene, vitrinine bakana, zamanın içine mıhlayan sarsıcı hikayeler anlatan dükkanlarda çatlattı damakları. Damaklarımızı. Damağımı. Sadece sende doydum desem şaşırır mısın Bursa? Ben adamakıllı bir sende doydum. Şimdi büyüyen topraklarında yeni yeni açılan şık möbleli, şıkır şıkır ışıklı, lüks lokantalar, kafeler, pastaneler; semaverli aile çay bahçelerinin, içinden gizli bir sulh ve sakinlik akan lokantalarının, dondurmacılarının, köklü pastanelerinin yerini tutamıyor ne yazık ki.
Kırmızı teleferiklerin vardı senin, eski zamanlarında bir yerlerde. Bazen hayaleti gezinir dağ sırtlarında. Yaramaz bir uğurböceği gibi kayıp gider o sarp yamaçta sanki ve en kederli ruhları bile gülümsetir. Teleferiğin Dombay çukurundan aşağı doğru hamle yapışında ve o hamlede tüm teleferiğin hep bir ağızdan “Hooopp güüümmm” diye ünleyip kahkahalara boğuluşunu anımsar mısın yeşil gözlüm? Alametifarikalarından biriydi kırmızı teleferik. Pala Amca’nın misler gibi etleri, taş gibi yoğurdu, çoban salatası ve sana has meyve suları ile dağ ziyafetiydi bir de akıllardan çıkmayan.
O korkunç depremde yerle yeksan olan Denizatı Restaurant’ın suya girmiş bacakları, kedili ve saksılı sokakları ile Mudanya senin en sevdiğin çocuğun gibiydi hep, bilirdik. Taş sektirdiğimiz, denize bakarak enfes balıklar yediğimiz, ara sokaklarında hayatın hayhuyu ile bezendiğimiz Mudanya, deniz özlemini giderdiğimiz bir yer ve “sen” dendiğinde akla düşüveren içinden su geçen bir Bursa hatırası. Bunun daha Trilye’si var, o yıkıldı yıkılacak diye korkutan yaşlı ama gülümsemeyi elden bırakmayan tarihi evi var; şişe şişe zeytinyağı, zeytini, sabunu var, dağ çileği var en kokulusundan, dutu, kirazı ve dünyanın en güzel şeftalisi ile en nadide inciri var.
Ulucami’den kalkan her cenazenin ateşi hala tüm şehrin kalbine düşer. Emir Sultan’da kılınan her teravih, Muradiye Camisi’nden yayılan her Perşembe selası, I. Murat Cami’sinden yankılanan her sabah ezanı hala aynı sedada, aynı makamdadır. Senin değişse de değişmeyen, bozulmayan, mütemadiyen aslına rücu eden ezberin, seni sevenlerin hafızasına nakşolmuştur, kimse söküp alamaz oradan.
Bir Zeki Müren büyüdü senin payitaht mühürü taşıyan sokaklarında. “Bir demet yasemen”i yazdı o eski bahçelerden birindeki yasemin ağacının gölgesinde ve biz bunu bilerek büyüdük, o şarkıları terennüm ede ede, sana bağlana bağlana her meyanda. Meftun olmak böyledir işte Bursacığım. Tezveren Dede’ne şeker bırakıp o küçücük odacıkta şükür namazı kılmayan genç kız mı var? Varsa da öyle çok şey kaçırmıştır ki zamanın sırma ipliğinden. Pek yazık.
Hep güzel bir şehir oldun sen yeşil gözlüm, ak tenlim. Hep güzel bir musiki içinde var oldun. Senin güzelliğini, sükunetini, teskin eden tarafını senin en derinine bakabilenler gördü yetmez mi? Hala Zafer meydanından Osmanlının nal sesleri gelir dikkatli kulaklara. Her yatırdan yükselen “Hüvel Baki” nidaları, evliyaların soluğu, tılsımlı sonbaharlar, büyülü yaz başlangıçları, manolya kokuları, esrik zamanlar ve seni anımsatıp seni yaşatan her bir zerre hayata bağlar, hayata gözlerini sende açanları.
Kendi kıymetini bil kadim şehir. Geçmişe bağlayan, geleceğe umut ve şetaretle baktıran uysal güzelliğini bil. Kuruyan her çeşme, göğe yükselen her beton yükselti, çoğalan arabalar, terk edilen her Bursa geleneği, kapanan her dükkan senin güzelliğini hırpalar ve benim kalbimi yaralar.
Dağ yolundan geniş ovana bakarken bir dua ediyorum yeşil gözlü ipek saçlı Bursam. Tanrım seni korusun, gözlerinin feri solmasın, ak tenine leke düşmesin ve ben sende uyuyayım son uykumu. Senin toprağında. Evliyalar şehri güzel Bursa. Gözlerinden içtenlikle öper, yeşil yemyeşil bir ömür dilerim.