Aslında olaylar akıyor, bizim onları nasıl ele aldığımız, kaderle yapacağımız yolculuğu belirliyor. Aynı tepkileri veriyorsak, farklı şekillerde de olsa özünde aynı şeyi yaşayıp duruyoruz. Yemeğini bitirmeden sofradan kalkmak yok diyor kader, annemiz gibi. Gıda almadan büyüyemeyiz çünkü..
Hele büyük laflar ettiysek.. Hemen siparişi alıp dersimizi hazırlıyor. Büyük lokma ye büyük konuşma demişler ya.. Çiğnemekten yutmaya, hazmetmeye.. Emek istiyor.
Dolayısıyla başımıza gelenler için Nasreddin Hoca hesabı ben zaten inecektim diyebilmek önemli. Yolculuğun nereye kadar ne şekilde süreceği belli, sadece gönül gözümüzün görmek için, gönül kapımızın almak için açık olması gerekiyor.
"Burada söz konusu olan, daha iyi veya daha kötü değil." demiş Murakami. "İnsan yükselen akıntıdaysa, en iyisi en yüksek kuleyi bulup tepesine tırmanmak ve aşağıya iniliyorken de en iyisi en derin kuyunun dibine inmektir. Eğer akıntı yoksa hiçbir şey yapmamak en iyisidir. ... Bu arada ölü gibi yapmalı."
İnişler, çıkışlar, patlamalar, sakinleşmeler.. Kaos gibi görünen şeyler yaşamın kendisi değil mi? Yağmur yağdığında şaşırmıyoruz. Kış geldiyse ona göre hareket ediyoruz. Yaz iyi desek de bazen gölge arıyoruz. En keyiflisi bahar belki, ama güz sayesinde arınıyoruz...
"Ben oyum / O bendir / İlkbahar akşamı" demiş Murakami. Açan çiçekte tüm mevsimleri görerek..
Başkasında dillendirdiğimiz her şeyde de kendi yansımamız var. İlla bir şeyler var. Hal böyle olunca, aynaya, ayna niyetiyle çevreye bakmak en güzeli..
Kendimize gelmeli.. Sonbaharda düşen yaprağa, ilkbaharda açan çiçeğe... Yağmura, çamura... Kışa, ayaza... Hasat mevsimine, değirmendeki buğdaya...
Sevgiyle kalın