Gittim oturdum kahvedeki tahta sandalyeye. Bir çay söyledim. Aslında canım kahve de çekiyordu. Çayı içeyim sonra da kahve içerim dedim. Küçük bardakta, çizgili tabağıyla geldi çay. İçtim. Kadın erkek karışık oturulan bir kahveydi. Birkaç adam daha vardı diğer masalarda. Ben içeri girince şöyle bir bakıp tekrar kendi dünyalarına daldılar. Değil süzmek, kaçamak bakışlar bile atmadılar. Çayımı, kahvemi içtim, kitabımı çıkarıp 50 sayfa kadar okudum ve çıktım kahveden. Hayret erkekler göz ucuyla bile bakmadılar.
Hava sıcaktı. Üzerimde çiçek desenli, tiril tiril bir elbise. Eskilerin entari dediği türden. Rüzgarda hafif hafif uçuşan. Sağlı sollu hırdavatçı, bakkal, aktar, manav, çilingir, süthane, kasap dükkanlarının dizildiği dar, tarihi bir sokaktı yürüdüğüm. Dükkan önünde esnaf tabure atmış oturuyor. Kimisi kendi arasında konuşuyor, hoşbeş, kimi kendi yalnızlığına dalmış sükut ediyor. Tak tak tak yürüdüm topuklularımla. Sıcak esen rüzgar saçlarımı ve eteğimi uçuşturdu. Elimle hızlıca kavradım entarimi. Ama zaten rüzgarın hamle yaptığını gören esnaf çeviriverdi kafasını öte tarafa… Utandırmamak için beni.
Biraz daha yürüdüm. Cadde kenarı kaldırımdayım. Şehrin büyüsü ne güzel, ne hareketli. Yaşadığını anlıyor insan. Hiçbir araba korna çalmadı, dikizden bakıp yılışık yılışık gülümsemedi. Rahatça ve özgürce yürüdüm.
Sonra canım çilek almak istedi. Pazara doğru kıvrıldım. Rengarenk sebzelerin, taptaze meyvelerin dizildiği tezgahların önünden geçtim. Hiç “Pazarın güzeli burdaaa” “Hey maşallah be, hey maşallah be” “Salih Abi senin erikler de güzelmiş abi” diye bağıran pazarcıya rastlamadım. Yemyeşil eriklerden, kıpkırmızı çileklerden, nefis şeftalilerden aldım birer kilo. Ölçülü, saygılı ve ağırbaşlı pazarcılarla hasbıhal ede ede geçtim pazaryerini bir uçtan bir uca. Gözüm gönlüm açıldı.
Hava sıcaktı, epey de yürümüştüm. Trafiğe kapalı caddenin kenarına dizili banklardan birine oturdum. Kadın erkek karışık oturmuş soluklanan insanlar vardı. Bankın kıyısına iliştim. Nefesim düzene girsin diye bekledim. Etrafı izledim gülümseyerek. Kafamı kaldırıp dallarını üzerime şemsiye yapan çınarın yapraklarını seyrettim hayran hayran. Karşı bankta oturan bir sürü adam da aynını yapıyordu. Sigaralarını içip akan hayatı izliyor ve kimbilir belki maişet derdini düşünüyor, boyacı çocuğa ayakkabılarını boyatıyor ve kendi dışındaki dünyanın renkleri ile oyalanıyordu. Karşı bankta oturan çiçekli elbiseli kadına bakmıyordu hiçbiri… Kadın özgürce ve rahatça soluklandı. Kendini her şeyden önce insan gibi hissetti. Saygı duyulan bir insan…
Kalktım banktan. Eve gitmeli. Hava da nasıl sıcak. Yürüye yürüye trene varıp atıvermeli kendini koltuğa. Ha gayret. Oldu işte. Oturdum boş bir koltuk bulup şansıma. Tıklım tıklım içerisi. Karşı koltuklarda erkek yolcular var. Ama göremedim hiçbirini gözlerini. Göz göze gelmediler ki hiç. Ya başları önlerine eğik ya camdan dışarıyı seyreden ya da bir şeyler okuyan adamlar. Tek bir göz bile temas etmedi varlığıma. Kendimi güvende ve gururlu hissettim. Çünkü kadın olmanın ötesinde insandım ve bunu iliklerime kadar hissettim.
Yüksek bir yerden düşüyormuş gibi hissettim kendimi. Gözümü açtım ki yatağımdaymışım. Rüyaymış gördüğüm meğer. Hay Allah işe bak. Sırf sohbet etmek istediği için sohbet eden, özgür ruhlu ve rahat, kendine güvendiği için canı istediği gibi giyinen, çok sıkışırsa ve çaresiz kalırsa erkekler tuvaletine girmekte beis görmeyen, saat sorduğunda yanlış anlaşılmayan, bankta tek başına “aranmak” için değil soluklanmak için oturan, her tebessümünün altında “kadınca” bir sebep olmayan, ne kadar alımlı olursa olsun ahlaklı olmayı da önemseyen ve öyle yaşayan kadınlara “insan” gözüyle bakılan bir ülkede yaşadığımı zannetmiş ve mutlu olmuştum oysa. Kısacık bir süre bile olsa…
Keşke her şey güzel ve mutlu rüyalardaki gibi olsa…