Herkesten bir şey almalı. Kimisinin konuşmasından, kimisinin bakışlarından, kimisinin hayata bakış açısından, kimisinin fikirlerinden, kimisinin mimik ve jestlerini kullanışından, kimisinin güçlü ve mücadeleci tarafından, kimisinin zekasından, yemek yiyiş şeklinden falan filan. Ama herkesin güçlü bir yönü var ve tüm hadise bunu görüp ondan beslenebilmekte. O yüzden insan antenleri hep açık gezmeli. Farkındalık dedikleri şey insanı değiştiren, geliştiren, dönüştüren yegane güç aslında.
Kalp temiz ve samimi olduğunda oradan bir enerji yayılıyor etrafa. Bunun “Kişisel gelişim dini”ndeki karşılığını bilmiyorum. Çakra mı diyorlar, çukra mı hiç anlamam. Ama şunu çok iyi biliyorum ki eğer yüreğinizin içinde bir gönül varsa -ki gönül her yürekte olmuyor- oradan etrafa öyle sıcacık, şırıl şırıl, iyileştiren, teskin eden, iyi gelen bir buğu yayılıyor ki, işte insanı başkalarına sevdiren de bu olsa gerek. Yoksa adonis kasıymış, üçgen vücutmuş, uzun bacakmış, kum saati formmuş, badem göz, lepiska saçmış hikaye. Hatta bir insanda gönül ve niyet güzel değilse o insanın güzelliği/yakışıklılığı da batıyor insana. Diken gibi geliyor. Aslolan kalbin aracısız karşı tarafa ulaşması. Bütün mesele bu.
Şu kişisel gelişim dedikleri şeyi hiç anlamam. Resmen bir din uydurdular adını da “Kişisel Gelişim” koydular. Bir sürü de peygamberi var. Koçlar, NLP’ciler falan. İçlerinde iyi olanlar da vardır muhakkak ama ben hep şunu gördüm: İnsanı en iyi geliştiren şey kendi deneyimleridir. Tökezlemeler, yenilen kazıklar, gelen çelmeler, hayal kırıklıkları, düşüp düşüp yeniden kalkmalar, yenilen haklar, uca kadar gelip başaramamalar, sil baştan başa dönüşler, yıkılan sırça köşkü yeniden inşa etmeler… Şu acılar yaşanmasa insan anlayamaz hayatın gerçek yüzünü ve kendisini tanıyamaz. Ben hiç maddi sıkıntı çekmemiş, dibe vurmamış, sahip olduklarını kaybetmemiş, mücadele etmek zorunda kalmamış, “Siyah alayım da her renkle giyerim” dememiş bir insanın yaşam koçu “olmaması” gerektiğini düşündüm. O yüzden TedX hikayeleri, yaşam ve başarı öyküleri, nasihatler hep fasaryadır bana göre. İnsan en güçlü öğüdü kendisinden alıyor. En iyi kendisinden besleniyor. Kendini öldürüp öldürüp yeniden doğurmadıkça tekamül edemiyorsun ki… Herkes kendi hikayesini kendisi yazıyor. Geri kalan hafif bir ilham esintisi sadece.
Çok parasız kaldığım dönemler oldu. O dönemlerde hep siyah giyerdim. Yaşım da hayli gençti. Mesele olurdu, herkese dert olurdu siyah giymem. “Gençsin, zayıfsın renkli giysene” derlerdi. Bilmezlerdi ki aldığım her kazak, bluz, pantolon, mont, pabuç vs. her şeyle giyilebilmeliydi. Sarı ayakkabı alma lüksüm yoktu mesela. Spesifik bir şeydi o. Kullanışlı değildi. Öyle bir lüksüm yoktu. Siyah olmalıydı ki her şeyle uyum sağlasın. Bazen karşımızdakinde kibir, ego, mesafe, dayatma olarak gördüğümüz şeylerin altından aslında çok kırılgan ve hazin hikayeler çıkabiliyor. Şimdi gökkuşağı gibi giyiniyorum ama siyahın bendeki yeri apayrıdır. Yoksulluğumu, yoksunluğumu, çaresizliğimi sakladı siyah renk benim. Örtüm, bahanem, dayanağım oldu. Yani siyah asaletin değil “yoksun” olmanın, idare etmenin, uyum sağlamanın rengidir bende. Çok fazla ders çıkarılabilir bundan.
Çok iyi bir anne olurdu benden. Bu yüzden hiç anne olmak istemedim. Karşıtlam gibi mi geldi size? Değil aslında. Dünyaya getirdiğim çocuğu ne çeşit silahlarla donatmam gerektiğini biliyordum. Onu hayata hangi zırhla hazırlamam gerektiğini de. Bir kere ona subliminal mesaj verir gibi iki lafın biri “Merhametli ol yavrum” derdim. En büyük faziletin bu olsun. Merhametli ol. Ama bilirdim ki çocuğum çok yara alacak yaşarken. Buna göğüs geremezdim. Kalbim sürekli dışarıda, yürek yangınıyla yaşayamazdım. Diğerkam olmanın en acı tarafıdır bu. İnce ruhluluk, zırhsız gezmek gibidir. Ok hemen saplanır bedeninize. Çocuğum üzerinden sınanmak istemedim yani bir bakıma. O sınavdan hep kaçtım ben. Sınavımın “Anne olmak” bölümünü boş bıraktım. Pişman mıyım? Değilim. Tüm riskleri en başından sıfırladım böylece…
Bazen kimilerine güçlü gözükürüz ya. O aslında güçlülük değil, çaresizliktir. Üniversite yıllarımda hem çalıştım hem okudum. Sabahın köründe bir yerel radyoda gazete turu programı, öğleden sonra okul, akşam bir yerel kanalda ana haber bülteni, bültenden çıkıp bir başka radyoda gece kuşağı Türk sanat müziği programı. Herkes derdi ki “Seda ne kadar da güçlü bir kızsın” Güçlü falan değildim oysa. Çaresizdim. Ama bugün kişiliğim güçlendiyse hep o çaresizlikler yüzünden oldu. Bu yüzden de haksızlığa hiç gelemedim. Çünkü tırnaklarımın içinde hayatın eti vardı. O yüzden de bir insanı yargılamadan önce “Hiçbir şey dışarıdan gözüktüğü gibi değildir” sözünü hatırlayıp geri dönerim yargımdan.
Yaratıcı’nın en zor anda kopya verdiğini düşünüyorum. Tam artık her şeyden vazgeçmeye karar vermişken hoop bir ses, bir cümle, bir haber, bir gülüş, bir takdir geliyor ya birinden, işte bunun “Kulum sınavın daha bitmedi, al şu kopyayı devam et, bekleme yapma” dediğini net hissediyorum. Vade dolmadıysa kopya geliyor bir yerden. Büyük suflör fısıldıyor sağ olsun. Mecburen devam diyor insan.
En çok dolambaçsız ve net oluşumla gurur duydum. Dünya güzeli bir kadın değilim ben. Ama beni güzel gösteren bir şey varsa onun kalbimin şeffaflığı ve doğallık olduğunu düşündüm. Alamet-i farikam “özgün” oluşum. Bu kadar. Hepsi bu. Herkes oyunsuz, stratejisiz, ikirciksiz olsa dünya taçsız kral ve kraliçelerle dolardı. O kadar güzel bir şeydir doğal olmak. Tadından yenmez.
Yaşam hep öğretiyor. Bazen okşayarak, bazen kafana vura vura. Hep aç, hep meraklı, hep ilgili ve incelikli olanlar aşabiliyor evreleri. Hiç büyümeyen ama sürekli gelişen bir çocuk gibi kalabiliyorsak hayatın içinde; hep öğrenmeye devam ediyorsak, kibirden uzaksak tatlı anılar da biriktirebiliyoruz. Ama dedim ya işte iş kalpte bitiyor. Dışarıdan bakınca görünen, çabuk kırılan, kırmaktan korkan, eteğindeki taşları pıtı pıtı döken, sevmekten korkmayan ve sevebilen bir kalp varsa kaburgaların altında; yerken gözden yaş getiren ama büyük de zevk veren bir acılı Adana yemiş gibi yaşanıyor hayat.
Ne yapalım eyvallah gelene…