Bir yalnızlık var, bir de tek başınalık. Yalnızlık bir şeylerin eksikliğini hissetme hali deniyor. Mitolojide yalnızlık duygusunun en yüksek haline Narcissus örnek veriliyor. Narsizm, kendine tapma hali. Narcissus sudaki yansımasını görünce kendine aşık olmuş ve o güzelikten mahrum olacağı korkusuyla yerinden ayrılmamış. Sorunda çürüyüp ölmüş. İnsanın gözü kendinden başka bir şeyi görmeyince, haliyle yapayalnız kalıyor. Onun yalnızlığı sahip olduğu tek şeyi, kendini kaybetme korkusuydu. Günümüzde ise bu korkuyu yenmek için etrafımızı dalkavuklarıla dolduruyoruz. Beni sevmeyen ölsün hesabı. Sudaki yansımanın yerini ekranlar, şimdi hepimizin elindeki sosyal medya araçları aldı. Beğen’meyeni ya da eleştireni engellemek çare gibi görülüyor. Ama o çare baş ağrısının kaynağını kurutmuyor, beyindeki ur zehirlemeye devam ediyor.
Tek başınalığa örnekler ise sessizliğe, sakinliğe gidiyor. Ve olan bitene karşı tekamül içinde olabilmeye. “Original solitude” diyor teoloji kitapları. Hristiyanlık dininde Hazreti İsa’nın ilk zamanlarından örnekler veriliyor. Aslında bütün peygamberlere vahiy tek başınayken gelmiş. Tanrıya en yakın olabilmek ancak tek başınayken gerçekleşiyor. Spiritüel inanışta da sakinlik var; meditasyon var, yoga var. Hep bir durgunluk, duruluk hali. Ruhani liderlerin en büyük ikilemi olmuş bu durum. Hem ilk halindeki gibi manen tek başına ve Tanrıyla bütünlük halinde olacaksın, hem de kitlelere hitap edeceksin.
Şarkıda da diyor ya, yalnız - tek başına olma hali alın yazımız herhalde. Ondan uzaklaşıp tekrar onu yakalama yolculuğu ise hayat okulunun kendisi gibi.
Anılar… Ah işte bu yolculukta ne varsa onlarda var. Biz nasıl küçücük bir tohuma sığdıysak, sonsuz sayıdaki anı da içimize sığmaya devam ediyor. İyisi - keyif vereni de var, kötüsü - can yakanı da. Hepsi bir ortalamayı buluyor içimizde. Rainer Maria Rilke, şiir yazmanın yolu bütün anıları unutmaktan geçer diyor. Onları hazmetmek gerekiyor ki bize ait olan, o “tek” olan şey ortaya çıksın. Yediklerimizi hazmetmek de bazen zor, ama istesek de istemesek de yediklerimiz ilk lokmadan itibaren kana karışıyor. Yaşadığımız her şey hayatımızı etkiliyor, kaçış yok. Ama o hazımsızlığa ve karın ağrısına sarılmak bizi bizden alıkoyuyor.
Rilke, yazdığı tek roman olan Malte Raurids Brigge’nin Notları kitabında, Paris sokaklarını adeta başında 360 derece kayıt yapan bir kamerayla gezer gibi anlatıyor. İnsan bir yandan hayranlıkla okuyor ve neleri görmeden geçip gidiyoruz meğer diye hayıflanıyor. Öte yandan da bunca şeyi alıp sindirmek de ne kadar önemli diye düşünüyor. Biz sadece gözlerimizle görmeyiz diyor yazar. Örneğin sesler, onları da görürüz. Bir korna sesi duyduğumuzda kafamızda bir araba canlanır. Bir çocuk sesi duyduğumuzda çocuk görüntüleriz. Hele tanıdığımız biriyse anında fotoğrafı yansır hafızamıza. Dahası, bir şarkı duyduğumuzda sevdiğimiz dokunmaz mı ruhumuza? Hele bir anne kelimesi duyduğumuzda, nasıl da gelir yaşadığımız koca gözümüzün önüne…
Zor şey bencil olmadan ben olabilmek. Hani o bir ben var ya benden içeri. Şöyle garip ben’cileyin. Yalnızım ben… Yaşar Güvenir imzasını taşıyan bu şarkıyı 1978 yılında Nil Burak seslendirmişti. Bizi de aldı nerelere götürdü. Gönüllerine sağlık.
Sevgiyle kalın.